1. Tarih nedir? (Tarih ilminin tanımı)
Tarih, geçmişte olan hadiseleri, hâdiselerin birbirleriyle olan münasebetlerini, fâilleri ile birlikte yer ve zaman belirterek anlatan (nakleden) ilimdir.[1]
Pekâlâ, tarihin mevzusu olan tüm bu hususların anlatımı hangi uygarlıklarda ne kadar doğru anlatılmış, ne kadar realist bir tavır takınılmış ve bu nakillerde ne kadar objektif olunmuştur? İşte bu yazıda değinmek istediğimiz husus birbirine tamamen zıt iki farklı kutbun; Batı'nın ve Doğu'nun tarihçiliği ve tarih telakkisi üzerinde duracağız.
2. Medeniyetlerin tarih telakkisi
2.1 Batı Medeniyeti
Eski Yunan'da (Heredot), genel manada iki farklı tarih tasavvuru vardı:
1- Birinde insanların figür, tanrıların egemen olduğu,
2- diğerinde ise tanrının olmadığı ya da muattal kabul edildiği, insanın merkeze alındığı bir tarih anlayışı. Her iki tasavvurun da ortak özelliği, hâdiselerin ideolojik kalıplara dökülüp de anlatılmasıydı. Yani ortada objektif ve realist bir tarihçilik namına hiçbir şey yoktu.
Batı uygarlığının gerçek tarihi Yunan mitolojisiyle başlar. Yunan mitolojisi ise, birbirlerinin eşlerini kaçıran ahlak yoksunu tanrıların efsanevi güç gösterilerinden ibârettir. Mitoloji, Batı'nın gerçek fotoğrafıdır. Ayrıca Batı'ya, Mekke müşriklerinin tarih telakkileri ile örtüşen bir tarih tasavvuru hakimdir. Bu hâkimiyet içerisindeki tek fark ise, Batı'nın mitolojik kahramanları yerinde Mekke'de Lat, Menat ve Uzza'nın yer almasıdır.
Batı'nın tarihle alakalı yanlış yargılara varmasının (yanlış telakkînin sebebi) temelinde ise kendisini dünya tarihinin "süper öznesi" [2] olarak görmesi ve hariçteki bütün milletleri de "tarihsiz yığınlar" kategorisine hapsetmesi vardır. Ona göre, doğrular yalnız kendine ait olmalıdır. Bu yüzden Batı, tarihten bahsederken merkeze kendini alır ve kendi tarihi efsane olunca da bütünüyle tarih disiplinini efsane olarak niteler.
Sözgelimi Batı'nın Doğu'ya ve diğer milletlere bakışı da tarihe bakışıyla ayniyet arz eder; kendi dışında kalan bütün yeryüzü taşradır ona göre. Bu yüzden ciddiye alınmamalıdır. Ufuksuz, vizyonsuz görürler taşralıları. Onları, merkezin ürettiği kültürün tüketicileri olarak telakkî ettiklerinden, onlarla etkileşimi reddederler. Bugünün Batısı da Doğu'ya taşralı gözü ile bakmaktadır. Susan, dinleyen, etkilenen, aktif olmayan; pasif bir Doğu vardır onun zihninde...
2.2 Doğu/İslam Medeniyeti
İslâm medeniyetinde ise olay, tam tersi yönde cereyân eder. Doğu'da tarih deyince, akla ilmî bir disiplin gelir. Kullanılan kavramların içerikleri açısından da bakıldığında müslümanların tarih telakkisi nesnellik karşıtı duruşların mahşeri olan Batı tarih tasavvurundan çok farklıdır.
Batı'daki tarih, yalnızca tesmiyeti itibarıyla bir tarihtir. O halde hakiki bir Batı tarih telakkîsinden bahsetmek güçtür. Onlarınki olsa olsa kendi efendilerinin propaganda aletleri mesabesinde gördükleri birtakım efsânevî palavra ve atmasyonlardan ibarettir. Bu noktada Abdullah Laroui'nin (d. 1933) tespiti söylenenleri kanıtlayıcı bir işleve sahiptir. Şöyle diyor Laroui: "Tarih kelimesi Arapça'dır. Yunanca istoria "ιστορία" kelimesi de kullanılmıştır ama geçmiş ve şimdiki olguların kurulan ve denetlenen bilgisi olan tarihin aksine "menkıbe" veya "efsânevî hikâye" anlamında." [3]
2.2.1 Tarihin, İslam sayesinde efsaneden disipline geçişi
Kur'an-ı Kerim, "Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadı mı?" [Rûm, 9] buyurarak müslümanları önceki milletler üzerinde araştırma yapmaya teşvik etmektedir. İşte bundan dolayı sahabe de Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hayatını her yönüyle tafsilatlı bir şekilde sonraki kuşaklara aktarmıştır. Muhaddisler de bu müktesebâtın ziyan olmaması adına ilk vâdede husûsî; uzun vadede umûmî hedefler doğrultusunda tarihin misline şahit olmadığı nitelikte bir nakil/rivayet metodolojisi geliştirmiştir. Avusturalyalı İngiliz şarkiyatçısı ve İslam tarihçisi Aloys Sprenger (ö. 1893) dâhi müslümanların "Esmâu'r-Ricâl/أسماء الرجال" adında muhteşem bir ilim dalı icat edip (rivayetlerin sıhhat rükünleri olmaları hasebiyle) beşyüz bin insanın hayatını kayda geçtiklerini belirtmektedir.[4]
İslâmî bilinç, tarihin ilmî bir disiplin olarak algılanmasının mûcididir. Bu hususta F. J. C. Hearnshaw (ö. 1946) şunları söylemektedir:. "Müslümanlar olayları menset göstererek tespit eden ilk tarihçilerdir. Tarihî olayların sınırlarını onlar genişletmiş, tarih felsefesini ilk defa onlar ortaya koymuşlardır. Tarihçinin ilk görevi olan hükümde doğruluk ve saflık onların vazgeçilmez ilkeleridir. Biz ise onların açtığı bu iz üzerinde yürütmekteyiz" [5]
2.2.2 İslam'ın tarih felsefesi
Hearnshaw'ın, tarih felsefesini ilk defa ortaya koyanların müslümanlar olduğunu dile getirdiğini zikretmiştik. Peki, nedir o ilkeler, ve bir müverrihin üzerinde durması gereken prensipler?
A) İsnâd: Tarihçi, kendisine ulaşan bilgileri, kitabına kaydetmeden/bir başkasına aktarmadan evvel kesinlikle İslâmî rivayet metodolojisi eleğinden geçirmesi gerekir. Sahih olan nakli zayıf olandan ayırt etmeli ve sahih olan haberleri nakletmelidir.
Sözgelimi zayıf hadis ile amel edilmesinin şartlarından bir tanesi de bu rivayetin fezâil babından olmasıdır. Ancak İslam ulemâsı zayıf hadisle amel edilebilecek - fezâil babının dışında - başka mevziler de tayin etmiştir. İşte bu mevzilerden bir tanesi de tarih alanıdır; muhaddisler, tarihe dair zayıf haberlerin naklinde müsamaha göstermişlerdir. Yani helal ve haramda zayıf haber ile amel etmek haram iken tarih hususunda zayıf haber nakledilmesi caizdir. [6]
B) Objektivizm: Tarihçi, aktardığı bilgilerde - kendi aleyhine bir şey bulunsa dahi - objektif tavrını korur. Asla tarih gibi muazzam ölçüde ehemmiyet arz eden bir müesseseye öznellik lekesi bulaştırmaz ve tarihin ilmî bir hüviyet kazanmasının, maziye ait olan her şeyin (nakli hususunda) nesnel bir bakış açısı ile kaydedilmesine bağlı olduğunu[7] bilir.
Müslümanların hem nesnel hem de evrensel bir tarih anlayışına sahip olduklarının en çarpıcı örneği İslam müverrihlerinin önde gelen isimlerinden İbu'l-Esîr'in (ö. 630/1233) Moğol hezimetini anlatırken takındığı objektif tavırdır:
"Bu felaket o kadar korkunç ve çirkin ki, birkaç sene bunları yazayım mi diye düşündüm. Yine de şimdi bunları hayli tereddüt içinde yazıyorum. Olay bir bakıma İslam ve müslümanların ölümünü duyurmak gibidir, ki bu kime kolay gelir? Kimde dayanacak ciğer var ki müslümanların içine düştüğü aşağılık durumun, herkes karşısında rezil ve rüsva olmanın trajedisini anlatsın? Keşke yaratılmasaydım. Keşke bu olaydan önce ölmüş olsaydım. Keşke unutup da bu eylemli olayların hatırası kafamdan silinip gitseydi. Fakat bazı dostlarım beni bu felaketleri yazma hususunda razı ettiler. Yine de tereddüt içindeyim. Fakat gördüm ki yazmamakta hiçbir fayda yok. Bu öyle büyük bir bela, öyle müthiş bir felaket ki dünya tarihinde bir benzeri yoktur. Bu olaylar umûmî planda bütün insanlıkla ilgilidir. Fakat özellikle Müslümanlarla ilgili olmakla birlikte eğer bir adam çıksa da 'Hz. dem (a.s)'dan bu yana böyle bir bela insanoğlunun başına gelmemiştir' diye iddiada bulunsa, bu yanlış bir iddia olmaz. Çünkü tarihte böyle bir olayın en küçük benzeri bile görülmemiş, belki de kıyamete kadar - Ye'cûc ve Me'cûc dışında - asla böyle bir şey görülmeyecektir. Bu vahşi insanlar hiç kimseye acımadılar. Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi'llâhi'l-aliyyi'l-azîm."[8]
Aynı şekilde Sıffîn olayı (37/657) ve Cemel vakası (36/656) gibi olumsuz hâdiseleri dahi tarihin sinesine kaydetmeleri de müslümanların tarih hususundaki objektifliğine şehadet eder niteliktedir.
C) Yorumlama: Müverrih, tarihi hâdiseleri yorumlarken - alanlarına dâhil olması halinde - Tefsir, hadis ve fıkıh külliyatından istifade eder. Sözgelimi bu iş (tarihsel hâdileseri yorumlama), toplum ve toplum içerisinde cereyân eden olaylar ile ilgili olması bakımından sosyolojinin; aynı anda bu tahlillerin geçmiş zamandaki vâkıalara tealluk etmesi hasebiyle de tarihin alanına dahil olur.
İşte Batı saydığımız bu üç prensipten tamamıyla yoksundur. Bu sebeple Batı'nın tarihi bir çöp yığını olmaktan öteye gidemez; Batı tarihi, vehim mapushanesinin şüphe hücrelerine hapsolmuştur sonsuza dek...
3. Tarih bir bilim/ilim midir?
Bütün bu anlattıklarımızın hulâsâsı: Batı'da sefîh aklın ürünü olan ahlaksız tanrıların teşkil ettiği mitoloji ve efsânelerden ibaret bir tarih algı ve olgusu varken Doğu'da/İslam'da dillerin ve ellerin kana bulanmadığı; objektif ve realist bir tarih yazıcılığı hakimdi.
Batı'nın tarih telakkisi ve eserleri incelendiği vakit bunun tarih ile uzaktan yakından alakası olmadığı apaçık iken; Büyük Doğu'nun tarih telakkisi, eserleri, metodoloji ve felsefesi incelendiğinde müverrihliğin hakiki manada İslam'la başladığı görülecektir. Buna göre tarihin, daha doğrusu hangi tarihin bir bilim olup olmadığı ortada olmakla birlikte fen camiasında itibar gören iki şahsiyetin bu husustaki görüşlerinin bir değerlendirilmesini yapalım:
1- Karl Popper (ö. 1992) ve diğer bazı şahsiyetler tarihin test edilemeyeyişini, onun bilim olmadığına gerekçe olarak gösterir. [9]
2-İbn-i Haldûn (ö. 808/1406) ise müslümanların tarihe bakışını anlatırken şunları söyler: "Zayıf rivayetlerin dışlanması, buna mukabil yalnızca sahih rivayetlerin kayda geçirilmesi, tarihin bir ilim dalı olarak kabul edilmesi için gereklidir." [10]
Şöyle ki, Karl Popper da İbn-i Haldûn da sonuna kadar haklıdır. Zira Karl Popper'ın bahsettiği tarih zannımızca mesnetsiz kuruntulardan ibaret olan Batı tarihidir. Çünkü Batı, sözlü nakillerin yanlışını doğrusundan ayırt edecek bir mekanizmadan mahrumdur. Bu yüzden mutlak olarak Batı tarihinin doğruluğu test edilemez. Dolayısıyla Batı tarihi bilim çatısı altında değerlendirilemez.
Bunun yanında - İbn-i Haldûn'un dediği gibi - İslam tarihi tam anlamıyla bir bilimsel disiplindir. Zira İslamî câmiada rivayetlerin sıhhat derecesini belirleyici bir mikyas söz konusudur. Buna göre nasıl ki biyolojinin dedektörü mikroskop ise naklin dedektörü de müslümanların icat ettiği metodoloji mikroskobudur.
Dolayısıyla kesin usuller çerçevesinde zayıf nakilleri sahîhinden ayırt etme imkânı olan bir tarihin bilimselliğini tartışmak anlamsızdır.
4. Netice
Algısı ve olgusu (telakki-eser) bakımından Batı ve Doğu tarihi genel anlamıyla birbirinden tamamen farklıdır. Burada Batı medeniyetinin tarihinin de incelenmesi ve yorumlanması, Batı'nın hakiki ve sahih bir tarih telakkisine sahip olmasından değil, bilakis bunun yalnızca konumuza ilişkin olması ve bu şekilde tesmiye bulması hasebiyledir.
Dünyaya tarihi ve metodolojiyi kazandıran İslam olmuştur, Batı'nın bâtıl telakki ve mitolojilerini baltalayarak. İslâmî camiaya objektif ve realist bir tarih telakkisi hâkim iken Batı'yı subjektif; özcü ve romantik[11] bir tarih telakkisi ele geçirmiştir. İslâm, - her alanda olduğu gibi - tarihi de Batı'nın hayalperest dünyasıdan kurtarmış ve kendisine hak ettiği muteber vizyonu çizmiştir.
_______________
[1] Nebhan, Yahya, Mu'cemu Mustalahâti't-Târîh, Dâr Yafa li'n-Neşr ve't-Tevzî', Amman, 2008, s.84. Tarihin bir bilim olup olmadığı konusunu ise 3. Kısımda (netice) işleyeceğiz.
[2] Edward W. Said, Oryantalizm, çev. Selahattin Ayaz, Pınar yayınları, İstanbul, 2003, s.84.
[3] Abdullah Laroui, Tarihselcilik ve Gelenek, Vadi yayınları, İstanbul, 1998, s.13.
[4] Süleyman en-Nedvî, er-Risâletu'l-Muhammediyye, Dâru'l-Kalem, Dimeşk, 2005, s.82.
[5] Komisyon, Doğuştan günümüze büyük İslam tarihi, Akçağ yayınları, İstanbul, 1998, s.66.
[6] Ayrıntılı bilgi için bkz. Kudeyş el-Yâfi'î, Hükmü'l-Amel bi'l-Hadîsi'd-Daîf, Dâru'n-Nûr, Amman/Ürdün, t.y, s.3, 37-38.
[7] E. H. Carr, Tarih Nedir?, İletişim yayınları, İstanbul, 1998, s.24.
[8] İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, el-Mektebetu'l-Buşrâ, Beyrut, 1996, XII, s.147-148.
[9] R. Karl Popper, Tarihselciliğin Sefâleti, çev. Sabri Orman, İnsan yayınları, İstanbul, 1998, s.14
[10] İbn-i Haldûn, Mukaddime, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1993, s.3-5.
[11] XVIII. yüzyıl sonunda başlayan, duygu, coşku ve sembole aşırı yer veren sanat akımı. [bkz. TDK sözlük]
Furkan Yılmaz/01.01.2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder