21 Aralık 2021 Salı

DENEYİMSİZ SAHTE MÜFESSİR VE MEALCİLER

 

  Hangi bilim dalında olursa olsun, herhangi bir metnin tahlili ve tefsiri, alanında tahsis isteyen bir durumdur. Ki bu, Kur'an-ı Kerim'in metni söz konusu olduğunda çok daha fazla ehemmiyet arz eden bir husustur. Allah'u Teâlâ'nın mahlukata bir nur ve hidayet ışığı olarak gönderdiği bu ilâhî hitabı tefsir etmek, ondan hükümler çıkarıp inceliklerine vâkıf olmak elbette ilmî bir birikim ister.
   İmam Suyûtî (ö.911/1505) (rahimehullah) el-İtkân fî Ulûmu'l-Kur'an adlı eserinde bir kimsenin Kur'an-ı Mübîn'i tefsir etmek için hangi ilimleri tahsil etmesi gerektiğine dair şöyle bir rivayet nakleder: "Bazı âlimler şöyle demiştir: tefsir, ancak müfessirin muhtaç olduğu ilimleri kendisinde toplayan kişi için caizdir, ki bu ilimler onbeş ilimdir:
1. Lügat ilmi 
2. Nahiv ilmi (syntax)
3. Tasrif/sarf ilmi (morpologhy)
4. İştikak ilmi (etymologhy)
5. Maânî ilmi
6. Beyân ilmi
7. Bedî'ilmi
8. Kıraat ilmi
9. Usûl-u'd-Dîn ilmi
10. Usûl-u fıkıh ilmi
11. Esbâb-ı nüzul ve kıssalar ilmi
12. Nasih-mensuh ilmi
13. Fıkıh ilmi
14. Mücmel ve mübhem ayetlerin tefsirinin kendisine mebnî olduğu hadisler
15. Mevhibe/ledünnî ilmi[1]
    İbn-i Ebi'd-Dünyâ (ö.281/894) (rahimehullah) ise şöyle diyor: "(Kişi ancak) müfessir için alet mesabesinde olan bu ilimleri tahsil ederek müfessir olabilir. Kişi bu ilimleri elde etmeksizin tefsir yapacak olursa (hadislerde) nehyedilmiş tefsir-i bi'r-rey[2] yapmış olur..."[3]
   Hal böyleyken, tefsir gibi büyük bir ameliye için gerekli olan yüklü bir ilmî birikimi elde etme yolculuğu kendisine ağır gelen bazı kimseler, cehaletin fitillemesi bir cesaret ve sabırsızlıkla tefsir/meal yazmaya kalkışmıştır! Üstüne üstlük bir de İslâmî camiada ma'rûf birçok şeye muhalefet ile birlikte şaşırtıcı derecede basit gramer hataları da yapmıştır. Hedefim, genç kesim arasında itibar gören müşahhas "müfessir"in birkaç hatasına değinerek insanların nasıl birine itimat ettiğini göstermektir. 
Şimdi bu hatalardan birkaçını zikredelim:

1- İsm-i mef'ûle ism-i fâil manası verme (gramer hatası):
   Rabbü'l- lemîn, Târık sûresinin 6. ayet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor: "(insan) Atılan bir sudan (meniden) yaratılmıştır." Buradaki "atılan" ifadesinin orjinali (Arapçası) "دافق/dâfik" şeklindedir. Normalde "دافق" kelimesi "فاعل/fâilun" vezni üzere olup ism-i fâil siğasında gelmiş bir kelimedir. Buna rağmen kelimeye "atan" (etken) manası değil de "atılan" (edilgen) manası verildiğini müşahede etmekteyiz, ki bu ğayr-ı kiyâsî (kural dışı) bir durumdur.
   İmam Fahreddin er-Râzî (ö.606/1210) (rahimehullah) meseleyi tefsirinde şu şekilde açıklıyor: "Bu su (meni "atan" değil de) "atılan" manasında olduğu zaman bunun niçin (medfuk "مدفوق" değil de) dâfik/دافق diye isimlendirildiği vechinde âlimler görüş ayrılığına gitmişlerdir... 2. Vecih: Araplar meful manasında olan bir şeyi zaman zaman ism-i fâil siğası ile isimlendirirler. Ferrâ (ö.207/822) (rahimehullah) şöyle diyor: 'Hicaz ehli bu işlemi diğer kimselerden daha fazla yapar; (ki Kur'an'ı Kerim hicaz lugatına daha çok mutabakat gösterir) bir na't (sıfat/vasıflama) söz konusu olduğunda mef'ûl manasında olan bir şeyi ism-i fâil kalıbına dönüştürürler; "sirrun kâtim/سر كاتم" (gizlenen sır), "vehmun nâsip/وهم ناصب" (aklı kurcalayan düşünce/vehim) ve Allahu Teala'nın "'îşetun râdiye/عيشة راضية" (mesut yaşam) [Hâkka, 21] sözü gibi... 
4. Vecih: Her ne zaman ki bu suyun sahibi (insan meniyi) atar/atıcı oldu, bu haslet - mecaz yolu üzere - bizzat suya vasıf kılındı..."[4] Bu nevîde daha birçok örnek belâğat kitaplarında mevcuttur.
   Durum böyle (bütün müfessirler "دافق" kelimesine "atılan" manası vermiş) iken söz konusu şahsiyet bu kelimenin ism-i fâil siğası üzere olduğunu gerekçe göstererek mezkûr kelimeye "atan" manası vermektedir.[5] Bütün ulemâya muhalefeti bir kenara bırakıp kelimeye "atan" manası verdiğimiz takdirde "suyun neyi attığı? sorusu da zihinlerde ayrı bir soru işareti olarak kalacaktır hiç şüphesiz...

2. Ayetlerin manasını çarpıtma, mütevatir hadis ve olguları inkâr etme/görmezden gelme ve başka bir gramer hatası:
   Sözü edilen kişiye ait bir internet sitesinde yer alan "meal"ini incelediğimiz vakit Nisa suresi 34. ayet-i kerimesinde çok çarpık bir meal ve tefsir yapıldığını görüyoruz: "Kendilerini tehlikeye atmasından korktuğunuz kadınlara (gelince), onlara hoş söz söyleyin, yataklarda onları terk edin ve onları darb edin (bırakın)." Görüldüğü üzere ayette yer alan "ve'dribûhunne/واضربوهن" ifadesine "bırakın" manası verilmiş. Bu minvalde de şöyle bir beyan yapılmış: 
"darb=ضرب" fiili, yalın haliyle "vurmak"; "An=عن" harfi cerr'i ile "bırakmak" (yüz çevirmek) anlamına gelir. (Zuhruf-5'de olduğu gibi)
Bu Ayette "an=عن" harfi cerr'i her ne kadar görünür de yoksa da, hazf edilmiş olabilir. Örneğin A'raf-155. ayette "min=من" harfi cerr'i hazf edilmiştir, ayetin takdiri “min kavmin=من قوم" şeklindedir. Üstelik herhangi bir hazf alameti de yoktur.Bunun dışında hazf olduğu halde alameti olmayan pek çok ayet vardır. Hazf olduğunu kabul edersek bu ifade "vedribu anhinne=واضربوا عنهن" takdirindedir.[6]
   Buna cevaben şöyle deriz; Öncelikle “karîne” bir şeye götüren işaret, alamet ve gösterge demektir. A’raf-155 ayeti incelendiğinde kelamın yalnızca “min/من” takdirinde olduğu görüşü yoktur. Ancak ayette "min/من” takdiri olduğunu söylüyorsak bunun bir sebebi, bizi bu yoruma götüren bir alametin olması gerekir. O karîne de, fiilin bu manada (bşi-den şeçti) kullanılırken böyle bir kullanımının lügatta/Arap dilinde mevcut olmamasıdır. Ancak Nisa-34'te bu şekilde bir karineye rastlamıyoruz. Buradan hareketle "müfessir"in "karine" algısını yenilemesini ve biraz olsun İ'râbu'l-Kur'an kategorisinde telif edilmiş eserlerden pratik yapmasını tavsiye ediyoruz.
   Ayrıca dikkat edelim ki, A’raf-155’teki yapılan takdir, “ihtâra/اختار” fiilinin dil bilgisel olarak doğru bir mana ifade etmesi adınadır. Buna mukabil Nisa-34’teki takdir iddiası ise “darabe”nin ilahi buyruk olma açısından uygun bir mana ifade etmesi adınadır. O halde iki ayet arasındaki takdir iddialarının odak noktalarının farklı olduğu ortaya çıkar; bu şekilde birbirlerine kıyas edilemezler… 
   Çünkü iki ayetin - takdir açısından - birbirlerine kıyas edilmeleri durumunda, Nisa-34’teki “darabe/ضرب” fiilinin harfsiz bir kullanımı yoktur, bu yüzden burada “darabe/ضرب" fiilinin dil bilgisel olarak doğru bir mana ifade etmesi adına “an/عن” harf-i cerri olmalıdır" sonucu çıkmaktadır. Ancak “darabe”nin harfsiz kullanımı da mevuttur, ki bu akla ilk gelen anlamı olan “vurmak”tır.
   Bir diğer - ve meselenin kilit noktası olan - husus, bizim (Nisa-34'te) bu manayı vermemiz salt gramer bilgisine ve akla ilk gelen manaya (mütebâdir) dayalı bir tutum değildir. Elbette bunları asıl referans kabul etmiyoruz. Bunlar sadece destekleyici unsurlardır. Bizler, mütevatir hadis ve olguları, kayıt delilini, âlimlerin icma’ını ve mezkûr ayetin 1400 yıldır yanlış anlaşıldığı söyleminin saçmalığın arkamıza alaraktan ayetin "vurun/dövün" manasında olduğunu söylüyoruz...
   Yalnızca iki müşahhas misal üzerinden bile bu şahsiyetin ne denli cahil olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Genç kardeşlerimizden temennimiz odur ki, bu gibi sahte müfessir ve mealcilere sırtlarını dayamasınlar. Elbette bu insanları hiçbir şekilde dinlemeyin/takipte bulunmayın diyemeyiz belki, fakat bariz hataları bulunan/ehl-i sünnete muhalif tehlikeli bidatler ihdâs eden bu kimselere karşı eklektik (seçici) bir yaklaşım tarzı tavsiye ederiz.
   Son olarak, bir kimsenin hatalarını gün yüzüne çıkarmanızdan yola çıkarak yaptığımız bu şeyin haram (gıybet) olduğu vehmi akıllara gelirse buna karşılık el-cevap deriz ki:
   Bu yaptığımız kesinlikle haram olan gıybet kapsamında değerlendirilemez. Zira ortada din adına tehlike arz eden bir husus var ise bunun zikredilmesi normal şartlarda gıybet olsa dahi "zarûretler mahzûrâtı mübah kılar"[7] kaidesine binaen - kaçınılmaz olarak - belirtilmesi ve kendisinden tahzir edilmesi gereken bir durumdur.
   Bu hususta mezhep imamı Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) şöyle demiştir: "Sen susacak olursan, ben susacak olursam cahil kimse hakkı batıldan nasıl ayırt edecek?!"
   Aynı şekilde tebe-i tâbiîlerin büyük isimlerinden biri olan Abdullah b. Mübârek (ö. 181/797) de "(dine tehlike arz eden bir kimseyi) belirtmediğimiz zaman, hak batıldan nasıl ayırt edilecek?"[8] demiştir...

Sonuç:
Günümüz genç müslümanların - piyasada dinleyecek adam kalmamışçasına - birkaç aylık Arapça azığı ile hayata tutunmak yerine, cüretkâr bir tavırla bu seviye ile tefsir ve meal yazmaya kalkışan kimselere itimat etmesi oldukça üzücüdür. Temennimiz o ki, yaptığımız bunca açıklamadan sonra insanlar, bu kimselerin sözlerine daha ihtiyatlı yaklaşacaklardır. Yaptığımız onca açıklamaya rağmen kulağındaki pası silemeyen bazı kimselerin söylediklerimizin aksine tavır alıp hala daha bu gibi sahte müfessirlerin taraftarlığını yapmaları da hiç şüphesiz sorgulanmamış "otoritelerin" mistik zehrine doyumsuz olmalarından veya bu cahil söylemlerini - nefislerine daha tatlı gelmesi nedeniyle - İslâmî gerçeklere tercih etmelerinden ileri gelmektedir...
_______________
[1] Celâleddin es-Suyûtî, a.g.e, Müessesetu'r-Risâle Nâşirûn, Beyrut-Lübnan, 1. Baskı, 2008, s.771-772.
[2] tefsir-i bi'r-rey: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Kur'an'ı tebyin ettiği vahye ve tefsir için gerekli olan şeylere başvurmadan yapılan keyfî tefsir, izah, beyan. 
[3] es-Suyûtî, a.g.e, s.772-773.
[4] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, Dâru'l-Fikr, Beyrut-Lübnan, 1. Baskı, 1981, XXXI, s.129.
[5] Video, dakika: 2:40-3:00.
[6] bkz. Hubeyb Öndeş Kur'an Meali, Nisa, 34.
[7] Ebu'l-Vefâ Muhammed Dervîş, el-Mebâdiu'l-Fıkhiyye Kavâidi'l-Mecelle, el-Mektevetu'l-Hanefiyye, İstanbul, trhsz., s.20, kaide, 20.
[8] bkz. Hâfız Abdurrahman b. Recep, Şerhi 'İleli't-Tirmizî, Dimeşk, thk. Nûreddin Itr, c.I, s.46, içinde, a.g.m, Usûlu'l-Cerh ve't-Ta'dîl, Dâru'l-Minhâci'l-Kavîm, Dimeşk, 1. Baskı, 2019, s.13.

Furkan Yılmaz/21.12.2021

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder