30 Aralık 2021 Perşembe

ORYANTALİZM VE İKİ BOYUTLU BİR TEHALLUS MANİFESTOSU

Oryantalizmin* doğuşu
    İslam'ın ve ehl-i sünnetin keskin kılıcı Osmanlı'nın akınları karşısında sürekli mevzi kaybeden Batı, kendisinden istediği neticeleri elde edemediği askeri stratejileri bir kenara bırakıp ilmî ve teorik hamleler üzerine kafa yormaya başladı. İlk defa dönemin İspanyol kardinali Segovialı John (ö. 1458) İslam dünyasının askeri olarak çökertilemeyeceğini söyleyerek, İslâmî yayılmanın teolojik argümanlarla engellenebileceğini öne sürmüştü.[1] Kadîm bir haset ve kin buhrânının zehir saçan küfür müessesi, müslümanlara silahla gâlip gelemeyeceklerini sonunda idrak etmiş, iğrenç amaçlarını "bilimsel metod"un cafcaflı elvânına bulayan oryantalizm, İslâmî uslullere namluları dayamıştı.
   Sözgelimi Mustafa es-Sibâî (ö. 1964) (rahimehullah) müslümanların oryantalist mandepsisine düşmelerinin nedenlerinin genel olarak şu dört şeyden biri olduğunu söylemiştir:
1- İslâmî mirasın gerçeklerinden habersiz olmaları ve İslam'ı, onun saf kaynaklarından öğrenmemeleri.
2- Bu İslam düşmanlarının sözde bilimsel üsluplarına aldanmaları.
3- İddia ettikleri gibi, taklit boyunduruğundan düşünce özgürlüğü ile kurtularak(!) öne çıkma ve şöhret bulma istekleri.
4- Düşünsel sapmaların ve arzuların etkisi altında kalmaları. Böylece kendi düşüncelerini, ancak bu oryantalist ve (sapkın) yazarların arkasına gizlenerek ifade etmekten başka bir yol bulamazlar.[2]
   Bu yeni fikrî atılım beraberinde bitmek bilmez, sonuca bağlanmayan anlamsız, mutlak kin ve nefretin bir fitillemesi olan haçlı seferlerini durdurmuş ve oryantalizm hareketini başlamıştı.
   Oryantalizm (şarkiyatçılık) esas itibariyle uzak ve yakın doğu bilimlerini/ilimlerini incelemeyi amaç edinmiş bir Batı akımıdır. Bu amacın altında yatan ve asıl amacın ne olduğu sorusunun cevabını ise yine bu ideoloji mensuplarından sâdır olan faaliyetlerin niteliği (mahiyet) ve bu niteliğe bağlı olarak niceliği (kemiyet) belirleyecektir.
   Şöyle ki, bu hareketin - ortak payda/asgarî müşterek bakımından - bir benzerini İslam, ilk yıllarında (I-IV. yy'lar arasında) gerçekleştirmiştir. Ancak İslam'ın bu faaliyeti başka medeniyetleri şer'î süzgeçten geçirmek ve taklit gözlüğünü bir kenara bırakıp eklektik bir edâ ile muhtelif müktesebattan istifâde etmek suretiyle bir medeniyet kurma çabasına hizmet eden uzun vadeli bir zenginleştirme projesi olarak değerlendirilirken, oryantalizm aynı fiili kendisine kendi felsefesini öğreten ve kendi medeniyetini inşa etmesi için gerekli müktesebatın mutlak teminatı konumunda olan İslam medeniyetini - yapacakları bozgunluklar karşısında en metîn seddin yine İslam olması hasebiyle - yıkma amacına binaen gerçekleştirmiştir. 
   Son iki yüz yıllık zaman diliminde umûmî sahada İslam etrafında cereyan eden desîse, entrikalar ve Cihan harblerinin getirmiş olduğu genel zayiatlar sebebiyle müslümanlar altın çağındaki gücünü yitirmiştir. Bu zaafiyetlere müteâkıben ve izâfeten tehakkuk eden siyasi, ekonomik ve askerî çöküşler, İ'lâ-i Kelimetullah (Allah'ın dinini yüceltme) mücadelesini daha çetrefilli bir boyuta taşımış, işin en sonunda İslam topraklarına göz diken Batı karşısında müslümanların yapacağı tek şey, hiç olmazsa vatanlarını kurtarma gayesiyle canla başla; genciyle yaşlısıyla savaşmak olmuştur...
   İşte İslam dünyasının sosyo-politik ve siyasi ehvâli bu raddede iken Batı emperyalizminin epistemik maşası oryantalizm ise İslâmî eserleri incelemek ve tahrif etmekle meşguldü. Öyle ki Prof. Dr. Mustafa es-Sibâî (rahimehullah) oryantalistlerin geçtiğimiz son yüz yıl (XX. yy) içerisinde İslam külliyatını baştan sona araştırmayı tamamladıklarını belirtmiştir.[3]
   Daha sonra savaştan öte yeni gün yüzü görmüş cehaletin hâkim olduğu garip toplumun eğitim-öğretim, siyaset, politika vb. diğer birçok sahada karşılaştığı şey - İslâmî klasikler yerine - oryantalist ürünü eser ve metodlar oldu; islâmî usûl, gelenek ve külliyât terk edildi ve bunların yerini İslam düşmanı müsteşriklerin telifâtı ve yöntemleri aldı.
   Savaşın hengâmesinden mütevellit ilmî eksikliğin müsebbebi; bu nitelikteki (tehlikelerin farkında olmayan, cahil) bir toplum direkt ve bilinçsiz olarak bu eserleri makbûl gördü. Şayet bu tevcih isabetsiz ise bile müslüman coğrafyada savaşın ardından - her ne kadar fiziksel bir boyunduruktan bahsedemesek dahi - zihnî planda işgal ve katliamın devam ettiğini ve Batı'nın, son bulan savaşların akabinde belirli devlet kademelerine kendi adamlarını getirdiklerini söylemek gerekir. Konuya ilişkin müşahhas bir misal vermek gerekirse; hadis araştırmalarının en gözde ismi olarak bilinen(?) Ignaz Goldziher'ın (ö. 1921) Mısır'da bulunan Ezher üniversitesinin talebe cübbesini giyen ilk gayri müslim Avrupalı olduğu kaydedilir.[4] İşte bu yüzden Batı hegemonyasının ateş ve zift çemberlerine hapsedilen müslümanlar istese de istemese de, öyle yada böyle; bilâhâre bu eserler tedrisât ve idâre sistemlerine eklenecek, taze toplumun genç zihinleri bu çarpık idealin zehirli meyvelerinden tadacaktı elbet. Maalesef...

Yılanın başı ve tevellüdâtı; modernisteyen modernistler 
   Mezkûr izahın akabinde bizleri iki asır boyunca epistemolojik zehrine gark eden küfür yılanının başının oryantalistler olduğu anlaşıldı. Fakat son zamanlarda kendisini müslüman kimliğiyle tanıtan, ancak İslam karşıtı oryantalist söylemleri müdafaa eden, dinde tecdîd ve reform davası güden, İslâmî uslullere taban tabana muhalefet eden yeni bir itiraz ve meşgale mahalli peydah oldu; modernizm. Modern isteyen kimselerin çarpık ideolojisi diyoruz buna... Oryantalist üniversitelerin yüksek perdesinden icazetli, gün be gün şarkiyatçıların küfür tarlasını süren davarların (modernistlerin) durumunu hiç uzun uzun anlatma zahmetine girmeyeceğim. Bilakis onların hâlini "Yılanın başı oryantalistler ise modernistler makatıdır" sözünün vecâzetine havâle ediyor ve bu kadarı ile iktifâ ediyorum. 
   Hal böyle iken yaptığımız hatalardan en vahimi sürekli olarak arda-arkaya yönelip asla-menbaa itticah etmememizdir. bugünkü birçok müşkileyi İslam camiasından bertaraf etmek için yapılması gereken şey - hiç şüphesiz - yılanın başını ezmektir, bilakis koparmak...
   Yılanın başını koparmak ise teoride ve pratikte olmak üzere iki boyutludur. Yıllarca müslümanlar ferdî alanda oryantalist-modernist eserleri okuyup tenkitte bulundular. Bunların elbette bir faydasının olmadığını söyleyemeyiz. Fakat böylesine ehemmiyet arz eden bir iş resmi ve kurumsal çapta ele alınmadığı vakit kendisine olan bakış da - tabii ve yanlış olarak - zayıf kalacak, düşecek ve bu husustaki çalışmalar aleyhimize yapılan çalışmalara nispetle çok daha az olacaktır.

1. Teorik alanda Yılanın başını koparmak için yapılması gereken en önemli şey
   Epistemik kölelikten kurtulmak için yapmamız gereken en önemli şeylerden bir tanesi de Oryantalist, modernist ve İslam karşıtı eserlerin incelenip tenkit edildiği uluslararası kolektif kurumlar kurmaktır. Bu kurumlar kendi içerisinde, özünde çarpıtmalar yapılan İslâmî ilimlerin sayısına paralel olarak; o miktarda kategori ve alt birimlere ayrılacaktır. Bunu şimdilik beş ana birim ile sınırlayabiliriz:
1- Kur'an-ı Kerim müdafaası
2- Sünnet ve hadis müdafaası
3- İslam hukuku müdafaası
4- İslam tarihi müdafaası
5- Tasavvuf müdafaası
   Her alt birim birbirleriyle bağlantılı olan hususlarda yardımlaşacak ve ortak çalışmalar düzenlenecektir.
   Öncelikli/ilk çalışma oryantalizmin mahiyetini, doğuşunu, amaçlarını, bu ideolojiye mensup kişilerin biyografisini, alanlarını, etkiledikleri kişileri, İslâmî câmiada yarattıkları eseri vb. daha birçok konuyu ele alan bir "oryantalizm" ansiklopedisi yazmak olacaktır. Bu eserin içeriği kabaca şu sekilde olabilir:

1. BÖLÜM: ORYANTALİZM
   1.1 Oryantalizmin mahiyeti
   1.2 Oryantalizmin doğuşunu tetikleyen kadim ve hadis etkenler
   1.3 Oryantalizmin amaç ve hedefleri
  1.4 Oryantalizmin saldırdığı alanlar ve bu alandaki icraat ve iddiaları
         1.4.1 Kur'an-ı Kerim
         1.4.2 Hadis ve sünnet
         1.4.3 İslam hukuku ve mezhepler
         1.4.4 Tasavvuf ve İslam mistisizmi
         1.4.5 İslam ve Osmanlı tarihi

2. BÖLÜM: ORYANTALİSTLER
   2.1 Alfabetik sıraya göre oryantalistlerin biyografisi
(Örnek bir biyografi (teorik olarak) şu şekilde olabilir:
     1- Tam ismi, 
     2- Anne-baba ve ailesindeki mühim şahsiyetlerin ismi
     3- Doğum yeri ve tarihi
     4- Ölüm yeri ve tarihi
     5- inancı ve savunduğu ideolojiler
     6- öğrenim hayatı: bildiği diller, öğrendiği ilimler/bilimler, okuduğu üniversiteler vs. 
     7- etkilendiği kişiler
     8- etkilediği kişiler
     9- görüşleri
     10- yazdığı eser, makale, yazılar vb.)
  2.2 Irklarına göre oryantalistlerin listesi
     2.2.1 İngiliz oryantalistler
     2.2.2 Alman oryantalistler
     2.2.3 Fransız oryantalistler
     2.2.4 İtalyan oryantalistler 
     2.2.5 Macar oryantalistler 
     2.2.6 Türk oryantalistler…
  2.3 İnançlarına göre oryantalistlerin listesi
     2.3.1 Müslüman oryantalistler
     2.3.2 Yahudi oryantalistler
     2.3.3 Hristiyan oryantalistler
     2.3.4 Ateist oryantalistler
     2.3.5 Deist oryantalistler
     2.3.6 Agnostik oryantalistler...
  2.4 Alanlarına göre oryantalistlerin listesi
     2.4.1 Kur'an-ı Kerim ve tefsir
     2.4.2 Hadis ve sünnet
     2.4.3 Fıkıh ve mezhep
     2.4.4 Tasavvuf ve İslam mistisizmi
     2.4.5 Genel tarih ve İslam Tarihi
     2.4.6 Sanat ve estetik...
  
   Daha sonra yazılacak olan eserler de bu çaplı eserde belirtilecek olan noktaların - ki elbette bu hususlar eserin yazılma planı harekete geçirildiği vakit dallanıp budaklanacaktır - tafsilatından başka bir şey olmayacaktır. 
   Eserler bir alan üzerinden ya tümel ya da tikel olarak kaleme alınır. (Örn. Ignaz Goldziher'ın hadis alanına ilişkin yazdığı Muhammedanische Studen adlı kitabına karşı yazılacak olan bir eleştiri (2.4.2) tikel, genel olarak kaleme alınacak bir hadis inkarcılığı ansiklopedisi (1.4.2) ise tümel bir nitelik taşır.)
   Eser inceleme, tahkik etme, okuma vb. icraatların bütünü eserin orijinal dili üzerinden gerçekleştirilecektir. Dolayısıyla bu kurumlarda görev alacak bir kimsenin en az - arapça haricinde - başka bir yabancı; oryantalist eser dili biliyor olması gerekir. (Örn. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, vb.)
   Telif işlemi tamamlandıktan sonra eser birkaç - ihtiyaca mebnî olarak az veya çok - defa gözden geçirilir. Gerekli ekleme-çıkarmalar yapılır ve kitap basılır. Daha sonra kitaba yöneltilecek muhtemel eleştirilere cevap/reddiye için birkaç kişiden oluşan bir heyet tahsis edilir. Bu kimseler eleştiriyi (kitap/yazı) her biri en az bir defa okur, eleştiri mevzileri belirlenir ve topluca - herkes kendi eleştirisini arz ederek - eleştiriler kayda alınır. Sonrasında genel bir müzakere sonucunda nelerin yazılacağına karar verilir. Nihayet muayyen eleştirilerin muhtevasını oluşturduğu bu ek bir zeyl mahiyetinde bir sonraki baskıya eklenir.
   Ve daha birçok belirlenecek (veya değiştirilmesi gereken) kural ve usuller göz önünde bulundurularak çalışmalara devam edilir…

2. Pratik alanda yılanın başını koparmak için yapılması gereken en önemli şey
   Ontolojik esâret ve "benlik" kaybından; mutlak Batı taklitçiliğinden kurtulmak için yapmamız gereken en önemli şeylerden bir tanesi de devletlerdeki eğitim kurumlarında (millî eğitim kurumu, kolej, kurs vs.) okutulan veya ülke genelinde satılan/çeşitli münasebetlerde hediye olarak verilen eserleri tetkik edip inceleyen bir başka uluslararası kolektif kurumlar inşa etmektir.
   Bu kurumların öncelikli vazifesi bulunduğu ülkelerdeki/devletlerdeki eğitim kurumlarının (1-ilkokul 2-ortaokul 3-lise 4-üniversite. Daha sonra kolej, dershane ve kütüphaneler vs.) eğitim programlarını, ders kitabı ya da yardımcı kaynak olarak okutulan kitapların muhtevasını araştırdıktan sonra kitapların okunmasına onay verip vermemektir. Yani öncelik resmi eğitim alanıdır.
   Verilen (ya da verilmeyen) onayın tafsilatlı ve gerekçelendirilmiş bir karar olması bilinçlendirici olacaktır. Bu nedenle kurum, kendine has dergi, sosyal medya veya kurumsal internet sitesi üzerinden hangi kitaba/eğitim sistemi ve menhecine onay verilip verilmediğini - gerekçeleri ile birlikte - yayınlar.
   Bir sonraki mevzu bahis ise ülkede okunan/bilindik sitelerde en çok satılan kategorisinde yer alan kitapları tetkik etmek olabilir. Ayrıca gerektiği takdirde bu kitapların muhtevalarına dair kısa bir makale ve eleştiri yazısı yazılabilir.
   Kezâ bu kurumların varlığı da artık bir ütopya olmaktan çıkıp icraat ve aksiyon sahasına adım attığı vakit diğer birçok eklenecek kural ve disiplinler eşliğinde çalışmalarını sürdürür ve nihayetinde distopyaların vehâmet kokan akıbetini İslam zirvesinden haykırır!

Netice
   Oryantalizm ideolojisine karşı önerdiğimiz bu reaksiyonun amacı, iki asır boyunca bizi boğdukları bu zehirden gayrı tehallus etmektir. İşte bu yazı da bu semden kurtulmanın bir manifestosu, bilakis âcizâne bir önerisidir. Yıllarını biz müslümanların dinini tahrif çalışmalarıyla geçirmiş oryantalizm ideolojisine karşı bir geri-tepkinin vakti gelmiştir. Ferdî sahadaki oryantalizm karşıtı atılımların hiçbirisi gerçek manada bir "reaksiyon" niteliği taşıyamaz. Bundan sebep yapılan bu çalışma ve atılımların resmi ve kurumsal sahada icrâ edilmesi elzemdir...
   İçinde bulunduğumuz son yüzyılda müsteşriklerin İslam üzerine oynadıkları oyunlardan birisi olan hadis inkarcılığı/ılımlı İslam algısı son hızla devam etmektedir. Yarın bu sapkın akımlara bir başkasının eklenmemesi ve nesillerimizin bu kâfir sistemlerinin bir aleti olmaması için "haydi!" deme vaktidir, vakit... Vakit, artık teoriden, epistemoloji ve bilkuvveden; pratiğe, ontolojiye ve bilfiile geçme vaktidir. Vakit, aksiyon ve reaksiyon vaktidir, uyanış vaktidir, diriliş vaktidir...
_______________
* Oryantalizm iki türlüdür: 1- Pozitif oryantalizm, 2- Negatif oryantalizm... Pozitif oryantalizm, hiçbir siyasi, dînî, ideolojik vb. düşüncelerin etkisinde kalmadan doğuyu, doğu bilimlerini incelemeyi amaç edinmiş bir Batı akımıdır. Negatif oryantalizm ise belirli fikir ve düşüncelerin etkisinde kalarak yaptığı araştırmalarda hakikatı izhâr yerine İslam'ı ve doğuyu kötülemeyi/karalamayı amaç edinmiş bir akımdır. Bizim burada kastettiğimiz oryantalizm, negatif oryantalizmdir.
[1] Prof. Dr. Saffet Sancaklı, Hadis İnkarcılığı, s.43.
[2] Prof. Dr. Mustafa es-Sibâî, Sünnet ve İslam hukukundaki yeri, s.25-26.
[3] Mustafa es-Sibâî, a.g.e, s.43.
[4] Bkz. Mehmet S. Hatipoğlu, "Ignaz Goldziher" mad., DİA, İstanbul, 1996, c.XIV, s.102.

Furkan Yılmaz/30.12.2021

21 Aralık 2021 Salı

DENEYİMSİZ SAHTE MÜFESSİR VE MEALCİLER

 

  Hangi bilim dalında olursa olsun, herhangi bir metnin tahlili ve tefsiri, alanında tahsis isteyen bir durumdur. Ki bu, Kur'an-ı Kerim'in metni söz konusu olduğunda çok daha fazla ehemmiyet arz eden bir husustur. Allah'u Teâlâ'nın mahlukata bir nur ve hidayet ışığı olarak gönderdiği bu ilâhî hitabı tefsir etmek, ondan hükümler çıkarıp inceliklerine vâkıf olmak elbette ilmî bir birikim ister.
   İmam Suyûtî (ö.911/1505) (rahimehullah) el-İtkân fî Ulûmu'l-Kur'an adlı eserinde bir kimsenin Kur'an-ı Mübîn'i tefsir etmek için hangi ilimleri tahsil etmesi gerektiğine dair şöyle bir rivayet nakleder: "Bazı âlimler şöyle demiştir: tefsir, ancak müfessirin muhtaç olduğu ilimleri kendisinde toplayan kişi için caizdir, ki bu ilimler onbeş ilimdir:
1. Lügat ilmi 
2. Nahiv ilmi (syntax)
3. Tasrif/sarf ilmi (morpologhy)
4. İştikak ilmi (etymologhy)
5. Maânî ilmi
6. Beyân ilmi
7. Bedî'ilmi
8. Kıraat ilmi
9. Usûl-u'd-Dîn ilmi
10. Usûl-u fıkıh ilmi
11. Esbâb-ı nüzul ve kıssalar ilmi
12. Nasih-mensuh ilmi
13. Fıkıh ilmi
14. Mücmel ve mübhem ayetlerin tefsirinin kendisine mebnî olduğu hadisler
15. Mevhibe/ledünnî ilmi[1]
    İbn-i Ebi'd-Dünyâ (ö.281/894) (rahimehullah) ise şöyle diyor: "(Kişi ancak) müfessir için alet mesabesinde olan bu ilimleri tahsil ederek müfessir olabilir. Kişi bu ilimleri elde etmeksizin tefsir yapacak olursa (hadislerde) nehyedilmiş tefsir-i bi'r-rey[2] yapmış olur..."[3]
   Hal böyleyken, tefsir gibi büyük bir ameliye için gerekli olan yüklü bir ilmî birikimi elde etme yolculuğu kendisine ağır gelen bazı kimseler, cehaletin fitillemesi bir cesaret ve sabırsızlıkla tefsir/meal yazmaya kalkışmıştır! Üstüne üstlük bir de İslâmî camiada ma'rûf birçok şeye muhalefet ile birlikte şaşırtıcı derecede basit gramer hataları da yapmıştır. Hedefim, genç kesim arasında itibar gören müşahhas "müfessir"in birkaç hatasına değinerek insanların nasıl birine itimat ettiğini göstermektir. 
Şimdi bu hatalardan birkaçını zikredelim:

1- İsm-i mef'ûle ism-i fâil manası verme (gramer hatası):
   Rabbü'l- lemîn, Târık sûresinin 6. ayet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor: "(insan) Atılan bir sudan (meniden) yaratılmıştır." Buradaki "atılan" ifadesinin orjinali (Arapçası) "دافق/dâfik" şeklindedir. Normalde "دافق" kelimesi "فاعل/fâilun" vezni üzere olup ism-i fâil siğasında gelmiş bir kelimedir. Buna rağmen kelimeye "atan" (etken) manası değil de "atılan" (edilgen) manası verildiğini müşahede etmekteyiz, ki bu ğayr-ı kiyâsî (kural dışı) bir durumdur.
   İmam Fahreddin er-Râzî (ö.606/1210) (rahimehullah) meseleyi tefsirinde şu şekilde açıklıyor: "Bu su (meni "atan" değil de) "atılan" manasında olduğu zaman bunun niçin (medfuk "مدفوق" değil de) dâfik/دافق diye isimlendirildiği vechinde âlimler görüş ayrılığına gitmişlerdir... 2. Vecih: Araplar meful manasında olan bir şeyi zaman zaman ism-i fâil siğası ile isimlendirirler. Ferrâ (ö.207/822) (rahimehullah) şöyle diyor: 'Hicaz ehli bu işlemi diğer kimselerden daha fazla yapar; (ki Kur'an'ı Kerim hicaz lugatına daha çok mutabakat gösterir) bir na't (sıfat/vasıflama) söz konusu olduğunda mef'ûl manasında olan bir şeyi ism-i fâil kalıbına dönüştürürler; "sirrun kâtim/سر كاتم" (gizlenen sır), "vehmun nâsip/وهم ناصب" (aklı kurcalayan düşünce/vehim) ve Allahu Teala'nın "'îşetun râdiye/عيشة راضية" (mesut yaşam) [Hâkka, 21] sözü gibi... 
4. Vecih: Her ne zaman ki bu suyun sahibi (insan meniyi) atar/atıcı oldu, bu haslet - mecaz yolu üzere - bizzat suya vasıf kılındı..."[4] Bu nevîde daha birçok örnek belâğat kitaplarında mevcuttur.
   Durum böyle (bütün müfessirler "دافق" kelimesine "atılan" manası vermiş) iken söz konusu şahsiyet bu kelimenin ism-i fâil siğası üzere olduğunu gerekçe göstererek mezkûr kelimeye "atan" manası vermektedir.[5] Bütün ulemâya muhalefeti bir kenara bırakıp kelimeye "atan" manası verdiğimiz takdirde "suyun neyi attığı? sorusu da zihinlerde ayrı bir soru işareti olarak kalacaktır hiç şüphesiz...

2. Ayetlerin manasını çarpıtma, mütevatir hadis ve olguları inkâr etme/görmezden gelme ve başka bir gramer hatası:
   Sözü edilen kişiye ait bir internet sitesinde yer alan "meal"ini incelediğimiz vakit Nisa suresi 34. ayet-i kerimesinde çok çarpık bir meal ve tefsir yapıldığını görüyoruz: "Kendilerini tehlikeye atmasından korktuğunuz kadınlara (gelince), onlara hoş söz söyleyin, yataklarda onları terk edin ve onları darb edin (bırakın)." Görüldüğü üzere ayette yer alan "ve'dribûhunne/واضربوهن" ifadesine "bırakın" manası verilmiş. Bu minvalde de şöyle bir beyan yapılmış: 
"darb=ضرب" fiili, yalın haliyle "vurmak"; "An=عن" harfi cerr'i ile "bırakmak" (yüz çevirmek) anlamına gelir. (Zuhruf-5'de olduğu gibi)
Bu Ayette "an=عن" harfi cerr'i her ne kadar görünür de yoksa da, hazf edilmiş olabilir. Örneğin A'raf-155. ayette "min=من" harfi cerr'i hazf edilmiştir, ayetin takdiri “min kavmin=من قوم" şeklindedir. Üstelik herhangi bir hazf alameti de yoktur.Bunun dışında hazf olduğu halde alameti olmayan pek çok ayet vardır. Hazf olduğunu kabul edersek bu ifade "vedribu anhinne=واضربوا عنهن" takdirindedir.[6]
   Buna cevaben şöyle deriz; Öncelikle “karîne” bir şeye götüren işaret, alamet ve gösterge demektir. A’raf-155 ayeti incelendiğinde kelamın yalnızca “min/من” takdirinde olduğu görüşü yoktur. Ancak ayette "min/من” takdiri olduğunu söylüyorsak bunun bir sebebi, bizi bu yoruma götüren bir alametin olması gerekir. O karîne de, fiilin bu manada (bşi-den şeçti) kullanılırken böyle bir kullanımının lügatta/Arap dilinde mevcut olmamasıdır. Ancak Nisa-34'te bu şekilde bir karineye rastlamıyoruz. Buradan hareketle "müfessir"in "karine" algısını yenilemesini ve biraz olsun İ'râbu'l-Kur'an kategorisinde telif edilmiş eserlerden pratik yapmasını tavsiye ediyoruz.
   Ayrıca dikkat edelim ki, A’raf-155’teki yapılan takdir, “ihtâra/اختار” fiilinin dil bilgisel olarak doğru bir mana ifade etmesi adınadır. Buna mukabil Nisa-34’teki takdir iddiası ise “darabe”nin ilahi buyruk olma açısından uygun bir mana ifade etmesi adınadır. O halde iki ayet arasındaki takdir iddialarının odak noktalarının farklı olduğu ortaya çıkar; bu şekilde birbirlerine kıyas edilemezler… 
   Çünkü iki ayetin - takdir açısından - birbirlerine kıyas edilmeleri durumunda, Nisa-34’teki “darabe/ضرب” fiilinin harfsiz bir kullanımı yoktur, bu yüzden burada “darabe/ضرب" fiilinin dil bilgisel olarak doğru bir mana ifade etmesi adına “an/عن” harf-i cerri olmalıdır" sonucu çıkmaktadır. Ancak “darabe”nin harfsiz kullanımı da mevuttur, ki bu akla ilk gelen anlamı olan “vurmak”tır.
   Bir diğer - ve meselenin kilit noktası olan - husus, bizim (Nisa-34'te) bu manayı vermemiz salt gramer bilgisine ve akla ilk gelen manaya (mütebâdir) dayalı bir tutum değildir. Elbette bunları asıl referans kabul etmiyoruz. Bunlar sadece destekleyici unsurlardır. Bizler, mütevatir hadis ve olguları, kayıt delilini, âlimlerin icma’ını ve mezkûr ayetin 1400 yıldır yanlış anlaşıldığı söyleminin saçmalığın arkamıza alaraktan ayetin "vurun/dövün" manasında olduğunu söylüyoruz...
   Yalnızca iki müşahhas misal üzerinden bile bu şahsiyetin ne denli cahil olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Genç kardeşlerimizden temennimiz odur ki, bu gibi sahte müfessir ve mealcilere sırtlarını dayamasınlar. Elbette bu insanları hiçbir şekilde dinlemeyin/takipte bulunmayın diyemeyiz belki, fakat bariz hataları bulunan/ehl-i sünnete muhalif tehlikeli bidatler ihdâs eden bu kimselere karşı eklektik (seçici) bir yaklaşım tarzı tavsiye ederiz.
   Son olarak, bir kimsenin hatalarını gün yüzüne çıkarmanızdan yola çıkarak yaptığımız bu şeyin haram (gıybet) olduğu vehmi akıllara gelirse buna karşılık el-cevap deriz ki:
   Bu yaptığımız kesinlikle haram olan gıybet kapsamında değerlendirilemez. Zira ortada din adına tehlike arz eden bir husus var ise bunun zikredilmesi normal şartlarda gıybet olsa dahi "zarûretler mahzûrâtı mübah kılar"[7] kaidesine binaen - kaçınılmaz olarak - belirtilmesi ve kendisinden tahzir edilmesi gereken bir durumdur.
   Bu hususta mezhep imamı Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) şöyle demiştir: "Sen susacak olursan, ben susacak olursam cahil kimse hakkı batıldan nasıl ayırt edecek?!"
   Aynı şekilde tebe-i tâbiîlerin büyük isimlerinden biri olan Abdullah b. Mübârek (ö. 181/797) de "(dine tehlike arz eden bir kimseyi) belirtmediğimiz zaman, hak batıldan nasıl ayırt edilecek?"[8] demiştir...

Sonuç:
Günümüz genç müslümanların - piyasada dinleyecek adam kalmamışçasına - birkaç aylık Arapça azığı ile hayata tutunmak yerine, cüretkâr bir tavırla bu seviye ile tefsir ve meal yazmaya kalkışan kimselere itimat etmesi oldukça üzücüdür. Temennimiz o ki, yaptığımız bunca açıklamadan sonra insanlar, bu kimselerin sözlerine daha ihtiyatlı yaklaşacaklardır. Yaptığımız onca açıklamaya rağmen kulağındaki pası silemeyen bazı kimselerin söylediklerimizin aksine tavır alıp hala daha bu gibi sahte müfessirlerin taraftarlığını yapmaları da hiç şüphesiz sorgulanmamış "otoritelerin" mistik zehrine doyumsuz olmalarından veya bu cahil söylemlerini - nefislerine daha tatlı gelmesi nedeniyle - İslâmî gerçeklere tercih etmelerinden ileri gelmektedir...
_______________
[1] Celâleddin es-Suyûtî, a.g.e, Müessesetu'r-Risâle Nâşirûn, Beyrut-Lübnan, 1. Baskı, 2008, s.771-772.
[2] tefsir-i bi'r-rey: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Kur'an'ı tebyin ettiği vahye ve tefsir için gerekli olan şeylere başvurmadan yapılan keyfî tefsir, izah, beyan. 
[3] es-Suyûtî, a.g.e, s.772-773.
[4] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, Dâru'l-Fikr, Beyrut-Lübnan, 1. Baskı, 1981, XXXI, s.129.
[5] Video, dakika: 2:40-3:00.
[6] bkz. Hubeyb Öndeş Kur'an Meali, Nisa, 34.
[7] Ebu'l-Vefâ Muhammed Dervîş, el-Mebâdiu'l-Fıkhiyye Kavâidi'l-Mecelle, el-Mektevetu'l-Hanefiyye, İstanbul, trhsz., s.20, kaide, 20.
[8] bkz. Hâfız Abdurrahman b. Recep, Şerhi 'İleli't-Tirmizî, Dimeşk, thk. Nûreddin Itr, c.I, s.46, içinde, a.g.m, Usûlu'l-Cerh ve't-Ta'dîl, Dâru'l-Minhâci'l-Kavîm, Dimeşk, 1. Baskı, 2019, s.13.

Furkan Yılmaz/21.12.2021

12 Aralık 2021 Pazar

Ahlak "mutluluk" ile temellendirilebilir mi?

   Ahlak mutluluk ile temellendirilebilir mi? Mesela " Toplumsal ve ferdi mutluluğa en çok hizmet eden şey iyidir" gibi bir temellendirme yapmamız doğru olur mu?

Genel itiraz
   Tecavüz, cinayet, pedofili, şiddet, küfür, yerme, aşağılama, rüşvet, yalan, aldatma, soygun ve hırsızlık... Bunların hepsi insanı gayet mutlu edebilecek şeyler olabilirler; ahlakı mutlak (en soyut hâliyle) mutluluk ile temellendirirsek saymış olduğumuz bu edimlere - ahlâkî açıdan - hiçbir şekilde karşı çıkamayız.

"Çift taraf" itirazı
   Bu sözümüzü redden, tek taraflı değil de çift taraflı, nesnel ve toplumsal bir mutluluğun ahlakın temeli olabileceği/olması gerektiği gibi bir karşılık verilirse buradaki "çift taraflı" kaydını sorgulamak gerekir; neden çift taraflı bir mutluluk, tek taraflı bir mutluluğa tercih edilir? Oysa ki, ben tek taraflı/yanlızca bana fayda sağlayan eylemlerde mutluyum. Toplumsal boyuttaki bir "mutluluk" benim için mutluluk değildir. Bunun yanlış, diğerinin "doğru" olduğunu belirleyen ölçü nedir?

"Düzen" safsatası
   Buna karşılık "o halde düzen oluşmaz, toplumda yozlaşmalar vuku bulur ve kaos hakimiyet kurar" şeklinde bir itiraz gelir ise haklı olarak "Neden bir düzen uğruna kendi mutluluğumdan vazgeçeyim ki?" şeklinde bir sorgulama yöneltmemiz mümkündür; neye göre Rousseau'nun[1] belirttigi gibi toplumdan ve (ona göre) özgürlüğümüzü kısıtlayan "düzen"den uzak yaşamanın[2] böyle bir yaşam tarzının daha iyi olmadığını söyleyebiliriz ki? 

Vahiyden mücerret "tanrı" temelli bir ahlak olgusu
   Ayrıca şuraya da değinmek gerekir ki, ahlak vahiyden mücerret, tabiri caizse "deizm tanrısı" ile de temellendirilemez. Zira böyle bir ahlakın babasını öldürüp annesi ile evlenen Oedipus'a(3), üç kız kardeşi ile ensest ilişkiye giren Caesar'a(4) bir cevabı yoktur. Çünkü bu hususta her ne kadar ontolojik bir temellendirme var ise de, böyle bir ahlak neyin iyi/ahlaklı, neyin kötü/ahlaksız olduğuna karar veren epistemolojik bir kaynaktan mahrumdur.
   Bu sefer de "buna insan karar verir" derseniz o halde Oedipus ve Caesar meselesine yeniden dönmek durumunda kalırız. Şüphesiz bu ve benzeri edimler ancak ilâhî vahyi emistemik kaynağı olarak almış tanrı temelli bir ahlakın tenkitine maruz kalabilir; yoksa başka hiçbir şey/ölçü bu edimleri ahlaksız kılamaz. 

Sonuç ve değerlendirme
   Sonuç olarak - her ne şekilde olursa olsun - mutluluk ile temellendirilmiş bir ahlak elinizde patlar; tabii hırsızlıklardan, tecavüz ve cinayet vakalarından rahatsız oluyorsanız. 
   Anlaşılacağı üzere, ahlakı "mutluluk" ile temellendirme faaliyeti de bir non-teistik menşelidir. Bu iddia, tanrıyı her alanda devre dışı bırakan kimselerin, bunun acı bir neticesi olarak ahlakı temellendirememeleri ile bu neticenin yine za'm ettikleri üzere yeryüzüne düzen getirme iddiasıyla taban tabana çeliştiği uyduruk ideolojilerinin sehâfetini gizleme çabası olarak değerlendirilmesi gerekir.
___________________
[1] Jean Jacques Rousseau. (ö.1778) İsveçli filozof.
[2] bkz. N. Warburton, Felsefenin kısa tarihi, Alfa yayınevi, 23. baskı, 2017, İstanbul, 18. Bölüm, s.160-166.
[3] Oedipus. M.ö. yaşamış antik Yunan kralı.
[4] Julius Caesar. (d. M.ö, 100) eski diktatör.

Furkan Yılmaz/06.12.2021

4 Aralık 2021 Cumartesi

Çarpık bir "genelleme" algısı, meseleye yeni bir bakış ve bu bağlamda İslami metinlerin doğru anlaşılması

Giriş/mukaddime
   Evvelâ her şeyden önce bu yazıdaki amacımız, toplumun kahir ekseriyeti arasında yer edinmiş olan yanlış bir "genelleme" algısına ışık tutmak ve bu yanlış düşüncede olan kimseleri, meseleye dair sahih bir tevcih ile yeni ve doğru bir algıya yönlendirmektir; yoksa burada - edebiyat alanına giren - genellemenin ne olduğundan, çeşitlerinden vb. bahsetmeyeceğiz.
   Ayrıca şu var ki, bizleri bu yazıyı kaleme almaya yönelten yegâne sebebin, bazı kimselerin - bu yanlış algından hareketle - önüne gelen her "genelleme"yi ellerinin tersi ile itmeleri olduğunu ifade edelim. Bilindiktir ki, bu gerçekten çok büyük bir yanlıştır; bu tutum konuşanı anlamamak olup sözün anlamını - farkında olarak veya olmayarak - çarpıtmakdır.
   Hiç şüphesiz genelleme niteliği taşıyan ifadeler hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıdır.(1) Yani, bir şeyin hakikatini belirtme adına onun tanımını yaparken veya bir istisna yapacağımız zaman kesinlikle bir genellemeye ihtiyaç duymamızdan bahsediyorum. Ancak bunun yanında - farkında olmadan - bütün genellemeleri çöpe atan bir güruh söz konusu...
Genelleme; ta'mîm ve istiğrâk arasındaki fark
   Genelleme, Arapçada "ta'mîm/تعميم" şeklinde ifade edilir. Aynı zamanda "istiğrâk/استغراق" (bütünleme) diye adlandırdığımız başka bir ifade türü de mevcuttur.
   1. Bunlardan birincisi olan ta'mîmde, verilen genel hükümden bazı fertler istisna edilebilir. Bu türdeki bir ifadede "bütün, hepsi, külliyyen" vb. ifadeler kullanılmaz(2); tersine "genel olarak, çoğunlukla, kahir ekseriyeti" vb. zarflar kullanılır. Bu kısma, "Yunus balıkları genellikle gri renklidir" örneği verilebilir. Kuşkusuz burada "hepsi" vb. bir ifade kullanmamız yanlış olacaktır, çünkü pembe yunusların da var olduğu bilinmektedir(3). Bizim "genelleme" ile kastettiğimiz, bu türden bir ifadedir.
   2. "İstiğrâk"a gelince; bütünleme tarzında verilecek bir hükümde ise ilk kısmın aksine "bütün, hepsi, her biri" vb. ifadeler kullanmak elzemdir. Bu şekilde ifade edilmesi gereken bir şey hakkında ta'mîm içerikli bir zarfın kullanılması anlam kaymasına yol açacaktır. Buna "Bu defterin bütün sayfaları beyazdır" örneği verilebilir. Böyle bir hükümden herhangi bir ferdin istisnası söz konusu değildir; bu farazî defterin her bir sayfası beyazdır...
Çarpık bir "genelleme" algısı ve neticesi
   Durum böyle iken, birçok kimsenin tâ'mîmî (genelleme) ifadeleri, istiğrâk (bütünleme) kapsamında değerlendirdiğini, dolayısıyla genel olarak sosyal alanda, hususi olarak da İslami metinleri anlamada güçlük çektiğini ve bu sebeple hataya düştüğünü müşahede etmekteyiz. Dolayısıyla genelleme hususunda yapılan bu izah, yanlış anlaşılmaları bertaraf etmek için ehemmiyet arz etmektedir.
   Müşahhas bir misal üzerinden gidecek olursak; "genelleme kurbanı" olan hadis-i şeriflerden biri de Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kadınlar hakkındaki "...Aklı ve dini eksiklerden, aklı başında olan bir adamı sizden daha fazla saptıranı görmedim."(4) ifadesidir. Her ne kadar Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) aklın eksikliğini iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olması; dinin eksikliğini de adetten dolayı kadınların ibadetlerini erkeğe nispetle daha az yapması (bilkuvve olarak)(5) olarak açıklasa da(6) yine de burada kadının aklının ve dininin eksikliğine bir işaret vardır. Zira bu açıklama neticesinde "niçin iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denktir?" sorusu akıllara gelecektir. Bunun cevabı da hadiste belirtildiği üzere kadının aklının eksik olması, yani genel olarak olaylarda aklı ile değilde duygularıyla hareket etmesinden ileri gelir.
   Netice itibariyle yapmış olduğumuz bu açıklamadan hareketle, görüldüğü üzere buradaki ifade bir ta'mîm ifadesidir. Yani kadınlar genellikle duygularına göre hareket ederler; bütün kadınlar duygularına göre hareket etmezler. Yoksa bir çoğumuzdan kat ve kat akıllı ve zeki kadın şahsiyetlerin varlığı tartışılmaz bir hakikattir...
_________________
(1) Buradaki olmazsa olmazımız ifadesini hakiki anlamda kullandığımı belirtmek isterim. Zira bu vasfı, (mesela) çok sevdiği bir yemek için kullanan da vardır.
(2) Kullanılsa dahi bu hakiki manada olmayıp ancak edebî/belâğî bir faydadan (örn. mübalağa) ötürü bu tarzda bir terkip ile ifade edilmiş olabilir. Buna, "benim annem, annelerin en iyisidir" örneği verilebilir.
(3) Ayrıca istatistiksel verileri (pozitif yönde) %50'yi aşan (%51-%99), (negatif yönde ise) %50'den alçalan (%49-%1) herhangi bir şey için kullanılacak bir genelleme de bu kısma dahildir. Tersine bu veriler %0'ı veya %100'ü gösterir ise buna kullanılacak ifade ise istiğrak/bütünleme kapsamında değerlendirilecektir.
(4) Buhârî, 5624; Müslim, 79.
(5) Burada bilkuvve dedik çünkü, bilfiil erkeğin aksine hayız gören bir kadının bir erkekten daha fazla ibadet yapması muhtemeldir.
(6) bkz. Müslim, 79.

Furkan Yılmaz/04.12.2021